Salgının başladığı ilk günlerdi. Salgın duyulur duyulmaz işe dört elle sarılmışlardı. Çekilen sıkıntılar, fazladan çalışmalar, umurlarında bile değildi. Test kiti yoktu, solunum cihazı yoktu, maske yoktu. Başkalarını yaşatmak adına kendi sağlıklarını tehlikeye atıyorlardı. Canlarını hiçe sayarak, canla başla çalışıyorlardı. Hem de gece gündüz demeden. Dur durak bilmeden.
Evlerinden uzaktılar. Eşlerinden, çocuklarından, yakınlarından, sevdiklerinden uzakta. Çocuklarından, sevdiklerinden esirgedikleri sevgiyi, hastalarına veriyorlardı. Deliksiz bir uykunun özlemini çektiler. Çocuklarına sarılmayı, sevdikleriyle kucaklaşmayı özlediler. Yakınmadılar gene de. İnsan yaşamı değerliydi onlar için. Kutsaldı insan yaşamı. Yaşatılmalıydı insanlar. Bunun için okumuşlar, bunun için ant içmişlerdi. Doktoru, hemşiresi, teknisyeni hep birlikte bir ekip olmuşlar, sağlık ordusunu oluşturmuşlardı.
İçlerinden yakalananlar oldu bu illete. Kimileri zaferle çıktı bu savaştan. Kimileri yenik düştü. Savaşı kazananlar, evlerine gitmeden döndüler işlerinin başına. Yenik çıkanlar, sonsuzluğa uğurlandılar sessizce. Kara toprağa verilirken yakınlarından bile kimse yoktu yanlarında. Takdir edildiler, övüldüler ilk günler. Balkonlardan alkışlandılar. Yöneticilerin kimileri övgüler düzdüler onlara. Kahramanlarımız oldular.
Bir gün Vali çıktı ortaya. Tam bir sorumsuzluk örneği göstererek suçladı sağlıkçıları. ‘’Kendilerini bile koruyamayan bu sağlıkçılar, bize yük oluyorlar’’ dedi. Onlardan bulaşıyormuş bu hastalık. Çocuklarına, ana babalarına virüs yaymak istemeyen sağlıkçılar polis evinde kaldıkları için yük oluyorlarmış. Kahramanlarımız, birden bire asalak oluverdi. Üstelik bu ilk vukuatı değilmiş valinin. Daha önce de ‘’paragöz, para bürümüş gözlerini’’ diyerek dünya görüşünü ve bakış açısını dile getirmiş. Yetersizliğini, beceriksizliğini böyle kapatmak istemiş.
Bundan sonrasını büyük ozanımız Nazım Hikmet’e bırakıyorum:
Koğuş arkadaşlarını okumaya yazmaya yönlendiren Nazım, aynı zamanda cezaevi yönetimine de yardım etmektedir. Cezaevi denetimine Adalet Bakanlığı'ndan bir müfettiş gelir. Bir kaç gün denetim yaptıktan sonra müdüre:
- Nazım da buradaymış, çağır da görelim nasıl biridir? der.
Nazım’ı odaya getirirler. Müdür koltuğuna iyice kurulan müfettiş, Nazım'ı tepeden tırnağa süzer ve:
- Demek Nazım sizsiniz?, der. Nazım'a oturması için yer göstermez. Kısa bir konuşma sonrası, "gidebilirsiniz" der.
Nazım tam kapıdan çıkarken durur ve müfettişe:
- Ömer Hayyam adını duydunuz mu? diye sorar.
Müfettiş hemen atılır:
- Kim duymaz Hayyam'ı?
Nazım:
- Hayyam zamanında İran hükümdarı kimdi? Diye sorar.
Müfettiş şaşırır. Nazım konuşmasını sürdürür, görüyorsunuz sanatçıyı anımsadınız ama hükümdarı anımsamadınız. Yıllar sonra beni dünya anımsayacak ama dönemin Adalet Bakanı'nı ve sizi kimse anımsamayacak, der çıkar.
Müfettiş yaptığı yanlışı anlar, Nazım'ı geri çağırır ama Nazım, koğuşunun yolunu tutmuştur çoktan.
Sahi, o dönemin Adalet Bakanı kimdi?
Yıllar sonra Corona günleri ve Corona ile mücadele eden sağlıkçılar anımsanacak ama Zonguldak Valisi’ni anımsayan olacak mı acaba?