O gün akşamüstü Lüks Karadeniz firmasının Samsun-Hopa otobüsü Pazar PTT'si karşısında durdu, yaz tatilinden dönen Ayşegül orta kapıdan yavaş adımlarla inerken ben çoktan bagaja yönelmiştim. Telefonda valizim çok ağır demişti ama muavinin bana verdiği valizden çok daha öte bir şeydi. Hayatımda gördüğüm en büyük ve en ağır taşıma çantası, valiz, 50-60 kilo ağırlığında bir kara tabut, ne derseniz deyin. Sırtıma almaya çalışırken, sen evine git ben akşam getiririm dedim. Valiz bahane tabi ki.
O küçük valiziyle üç apartman ötedeki evine doğru ilerlerken ben biraz oyalandım valizi kaldıramamak, taşıyamamak ve yere kapaklanmak kaygısıyla. Ayşegül köşeden kaybolunca biraz sırtımda taşıyarak, biraz sürükleyerek yükümü hemen karşıdaki apartmanımızın üçüncü katına kadar çıkarabildim.
O akşam askeri gazinoda 30 Ağustos balosu vardı, gündüz de çelenk koyma merasimi, top atışı, şiirler, marşlar vs. O zamanlar öyleydi 30 Ağustoslar, 23 Nisanlar, 29 Ekimler, kutlamalar. Hava kararınca uğradım 100 metre ötedeki gazinoya, Pazar ne kadar ki zaten? En uzak mesafe bizim Haçapit Köyünün arkasındaki askeri birlik, yaklaşık 4 kilometre falan, oraya da çoğu kez yürüyerek gider gelirdim dört yıl çabuk geçsin diye. Gazinodan içeri girdiğimde eğlence başlamıştı. Hamdi Karaman'ın masasına oturdum. İlk başlarda esas duruşta kaldırılan kadehler, danslar falan derken alkolün etkisiyle sahte samimiyetler başlamıştı, benimse aklım iskelenin karşısında. Acelem olduğu için 3-4 birayı hızlı hızlı içtim, biraz da oyun havası falan derken kaçma zamanım gelmişti. Masaya veda ederken sendelediğimi hissettim. Bilenler bilir kolay kolay sarhoş olmam, 5 bira falan anca Cem Karaca şarkıları söyletir bana. Gazinonun merdivenlerinden inerken "oğlum sen sarhoş oldun" dedim kendi kendime. Gündüz antibiyotik içtiğim aklıma geldi, muhtemelen o yaptı, doktor ev arkadaşım da antibiyotiği verirken uyarmıştı alkol alma diye, keşke içmeseymişim... Dışarıda kasvetli bir hava, sanki kıyametin habercisi, hafiften yağmur yağıyor, yollar bomboş, karşıdaki çay ocağı da kapalı, Enver erken kaçmış eve belli. İlçenin yabancı konukları otellerine dönüyor, taksiler müşteri avında, içerde oyun havaları çalarken yandaki orman birahanesinden piyanist şantörün sesi geliyor, tüm Pazar erkeklerinin ezbere bildiği Gürcüce ezgi:
"dari duri, dari duri, dari darale
dari duri, dari duri, dari darale, şen genatsvale"
Eve nasıl geldiğimi hatırlamıyorum, valizi sırtıma aldığımda ağırlığıyla ayılır gibi oldum. Hedefe kilitlenmişim ya, valiz gündüz ki kadar ağır gelmiyor. Ben mi onu taşıyorum, o mu beni itekliyor bilemiyorum. Apartman kapısına inince son bir gayretle sırtıma yükledim, o kara tabutun ağırlığıyla kaldırımda bir sağa bir sola yalpa yapmaya başladım, zigzaglarla ilerlerken balkondan kapı komşum Sezen Aksu'nun amcası Özcan Abi seslendi: Besim taksiyi getireyim mi? Sağol abi dedim yol yakın. Karşıdan birisi gelince zorunlu olarak mola verip, nefeslendikten sonra tekrar yükleniyorum. Ayşegül'ün apartmanının kapısına geldim. Merdiven ışıklarını yakıp yakmamakta tereddüt ettim, her ne kadar sözlü olsak da o küçük ilçenin garip kompleksleri, kuralları vardı. Ayşegül'ün okul müdüründen ev sahibine kadar herkes peygamber, herkes ahlak zabıtası. 300 metre ötedeki müzikhollerde, otellerde yabancı kadınlara çay paralarını, çoluk çocuklarının haklarını kaptıranlar da yine aynı ahali. Böyle bir ikilem, böyle bir yaman çelişki.
Apartmanlarında o yaz asansör inşaatı başlamış, Ayşegül yaz tatili süresince Samsun'da olduğu için ne o ne de ben göremedik, bilemedik, böyle bir çalışmanın başladığını ama Ayşegül apartman kapısından içeri girip asansör inşaatını ve asansör kapılarının olduğu bölümlerdeki boşluğu ve önlemsizliği görünce biraz tedirgin de olmuş sanki olacakları tahmin edercesine...
Son kararım komşular görmesin diye apartman ışıklarını yakmadan yukarı çıkmak oldu. Ayşegül üçüncü katta oturuyor, ben valizi duvara çarpa çarpa birinci kata kadar geldim, komşu duymasın diye karanlıkta el yordamıyla yine duvara çarpa çarpa ikinci kata çıktım ki, orada valizi sağdaki duvara çarpmamla soldaki açık asansör kapısından güm diye aşağıya düşmem bir oldu. Valiz ikinci katta kaldı, ben bir kat da zeminden aşağıya asansör boşluğunu sayarsak üç kat aşağıda. Bayılmışım, ne kadar baygın yattığımı hatırlamıyorum. Kendime geldiğimde ne olduğunu nerede olduğumu önce anlayamadım, sonra olanları tahmin edince " ula bu Lazlar beni bu bodrum katında vurur" korkusu ve biraz da Ayşegül'e laf gelmesin tedirginliğiyle çıkacak yer, boşluk aramaya başladım. Her taraf zifiri karanlık, yer çamur, dört tarafım duvar, daracık bir kuyu. Çıkış yolu bulmak için kollarımı yukarıya kaldırdığımda sol kolumun kalkmadığını farkettim. Sağ elimle çıkış aramaya başladım. Ayak parmak uçlarımda yükselince bu kez sağ elimin parmak uçları giriş katının kapı boşluğunu yakaladı. Korku, tedirginlik, Ayşegül’e kavuşma ve de o valizi teslim etme heyecanıyla, köprücük kemiğinden kırılmış olan sol kolumu da kullanarak oradan çıktım. İstikamet tekrar üçüncü kat. Bu kez ışıkları yaktım, artık olan olmuştu, bundan ötesi ölümdü. İkinci kata geldiğimde olmayan asansör kapısının önünde o siyah heyula duruyordu. Sağlam olan tarafımla yüklendim ve zile bastım. Ayşegül kapıyı açıp beni görünce çığlık attı. Kafam da kanıyordu, üstümdeki beyaz tişörtün sol tarafı kırmızıya dönmüştü. "Getirdim dedim, valizi getirdim", üstüm başım kan revan, sol kolum sabit. Ayşegül ağlamaya başladı, hastaneye gidelim çabuk dedi. Ben boşver dedim Müslüm Baba edasıyla, önemli bir şey yok, hafif sıyrık falan, geçer... Çok üsteleyince Metin Uygur'u aradım, birazdan İhsan Aydın'la geldiler. İhsan Hoca'nın efsane Lada Samara'sına bindik. Önce Pazar Devlet Hastanesi, başörtülü hemşire bana bir metreden fazla yaklaşmıyor günaha girmemek için, ben o anda espriyi patlatıyorum Metin Hoca kahkahayı... Benim başımdaki kanamayı ve beyaz kıyafetimdeki kanları görünce nöbetçi doktor Rize'ye gidin dedi kibarca. Düştük yola, tarih 30 Ağustos 1995, dışarıda müthiş bir yağmur, boran, gök gürültüsü. 4 yıl orada kaldım çok yağmur, sel gördüm ama bu daha başkaydı. Çayeli'nden öteye geçemedik yali yali, yollar kapanmış, köprüler yıkılmış. Öylesine kötü bir gece. Saatler ilerledikçe kolumun, omzumun ve başımın ağrıları artıyor. Bizim Lada gidemiyor, selde neredeyse takaya dönüşecek, beni kurtaracağım derken bu kez tümden kayıplara karışacağız. Neyse İhsan Hocam son bir azim ve gayretle beni o koşullarda Rize'ye ulaştırdı. Yarım saatlik yolu 4 saatte falan gittik, bunun bir de dönüşü var tabi. Beni hastaneye yatırdılar, onlar döndü, film, röntgen, ağrı kesici falan derken ben uyudum ya da sızdım. Ayşegül sabaha kadar başımda uykusuz. Uyandığımda baktım hala başucumda oturuyor, uyumamış. Kalk gidelim dedim, ben iyiyim. Üstümde yine o beyaz-kırmızı tişört, sol omzumda askı, başımda bandaj, taburcu ettiler hastaneden çıktık. Meydanda Türüt Plakçılık vardı, oradan Tolga Çandar'ın "Türküden Şarkıya" kasedini aldık, yandaki kafeye oturduk, garson ne istersiniz diye sordu, iki tost iki çay ve bir de şu kasedi teybe takıver dedim. Tostlar geldiğinde teypten de "kimseye etmem şikayet/ ağlarım ben halime" şarkısı çalmaya başladı. Tam da benim durumuma uyan bir şarkı. Kötü bir gecenin ardından güneşli, güzel bir güne uyanmıştık. Hava güzel, çay güzel, müzik güzel, karşımda Ayşegül elime kağıt kalemi aldım, dün geceyi yazmaya çalıştım:
"AY
ŞEhrin üzerine
GÜL dökerken
Ben o gülün peşinden giderdim
Islak ve yorgun"
sözleriyle başlayan...
Kasedi arkalı önlü dinledikten sonra kalktık bindik dolmuşa Pazar'a dönüyoruz. O gece hem benim hem de Rize için de çok kötü bir geceydi, tarihin en büyük felaketlerinden biri yaşanmıştı: 9 ölü, yaralılar, kayıplar, yıkılan evler, yuvalar, köprüler... Gece geçemediğimiz Çayeli'nden gündüz gözüyle geçerken herşey daha iyi anlaşılıyordu. Her yerde resmi araçlar, grayderler, ambulanslar, itfaiyeler; Amerikalının milyonlarca dolar harcayıp filmlerinde yaratmaya çalıştığı sahneleri doğa orada 2-3 saatte yaratıyor, yıkıyor geçiyor ve intikamını alıyordu tıpkı o gece olduğu gibi...
Pazar'ın ortasından geçen bir dere vardı, adını anımsayamadığım otogarın yan tarafında. Adı dere ama Kızılırmak'tan, Yeşilırmak'tan daha fazla suyu ve debisi olan. O gece önüne ne kattıysa Karadeniz'e dökmüştü, yalnızca insan, hayvan, ağaç değil, araba, kamyon falan. Ertesi gün derenin güzergahı değişmişti. Su akar yatağını bulur sözünün doğruluğuna yine 30 Ağustos 1995'te tanık olmuştum. Ve aynı zamanda o tarih benim ölümden döndüğüm tarihti, yani ikinci doğum tarihimdi...
Biz ertesi yıl evlendik. 1997 yılında da İzmir'e tayin olduk. Aradan çeyrek asır geçmiş dile kolay. Ama benim sol omzum, yanlış kaynamış köprücük kemiğim zaman zaman anımsatıyor o geceyi, anısı ve acısı dün gibi. Karadeniz'de sel felaketleri, yıkımlar, ölümler hala devam ediyor 21. yüzyılda da. Metin Uygur'la sık sık görüşüyoruz, yazışıyoruz, eski günleri yad ediyoruz. Bak diyorum, işyerimde arabası olan o kadar arkadaşım, meslektaşım varken önce sizi aradık, bunun bir anlamı var ve yitirmeyelim. İhsan Hocam İstanbul'a gitmişti, tekrar dönmüş Pazar'a. Askeri gazinonun önünde deniz vardı, artık yok, otoyol garabeti o güzelliği yok etmiş. Her yıl niyetleniyoruz, istiyoruz Pazar'a gitmeyi, o zamanlar komşu evlerimizden seyrettiğimiz iskeleye giderek bu kez oradan bekar evlerimize el sallamayı, fotoğraf çektirmeyi, hala duruyorsa Radyo Umut'a gidip bir istek parçası çaldırmayı, görev yaptığımız Pazar Ortaokulu ve Pazar Sağlık Meslek Lisesi'ni ziyaret etmeyi, akşamında da Turan Hoca'yı yitirdik ama Metin Uygur'la, İhsan Aydın'la, eğer gelebilirse Hopalı Mehmet Yılmaz Hocayla karı ası tamamlamayı, belki bir tulum ezgisinde horon tepmeyi, belki Gökhan Birben de takılır kareye, Hey Gidi Karadeniz'i canlı canlı söyler Karadeniz'in çılgın dalgalarına karşı, Ahmet Sahinbas uzaklardan bir şarkı gönderir bize mesela 'Hasret Türküsü' ya da 'Bu Su Hiç Durmaz...'
Bir gün ama Bir Gün Mutlaka...
(foto pazar iskele 1995)