Bir ses duyuldu; kulakları sağır eden bir ses. O korkunç, karanlık ses, okuldaki bütün sesleri bastırdı. Çocukların neşe içinde şakıyan seslerinin üzerini kapladı, boğdu ve susturdu. Bahçedeki çam ağacına konmuş üç güvercin ürkerek uçtular. Karıncalar yuvasına kaçtı. Çiçekler soldu, güneş utandı ve bulutların arkasına saklandı.
Hababam Sınıfı’nın kimyacısı Şevket Hoca’nın deney tüpünü patlatınca çıkardığı sese benzemiyordu; ya da bugüne kadar okullarda duymuş oldukları hiçbir sese. Karaydı sesin rengi. Kötü bir kokusu vardı. Genizleri yakan, yürekleri dağlayan kötü bir kokusu.
Bir “ahh!” sesi duyuldu. Yorgun, yılgın ve dingin bir ah sesi. Ardından bir sessizlik; koyu, kesif, deli bir sessizlik. Ve bir gövdeyle birlikte yere düşen insanlığın sesinin sessizliği. Sessizlik kapladı her yeri, uğultuya dönüştü.
Beyaz önlük kızıla boyandı. Kızıllıklar gül şeklini aldı. Büyüdü, büyüdü; her yeri kapladı. Gülün gözyaşları okulun soğuk zeminine döküldü. Koyu kızıllık tertemiz bir deftere bulaştı. Şekilsiz, çirkin bir hâl aldı.
Bir tebeşir parça parça oldu ve yere düştü. Bir kalem tam ortadan ikiye bölündü. Defterler, kitaplar ve kağıtlar, rüzgârsız bir havada uçuştular. Hepsinin sessiz çığlığı, okulun duvarlarında yankılandı.
Çocuklar suskundu. Öğretmenler suskundu. Bu uğursuz kavramı önce de duymuşlardı ama bir okula yakıştıramıyorlardı. Bu çirkin sesi, eğitilmek için geldikleri yuvaya sığdıramıyorlardı.
Çocuklar boynunu büktü. Çiçekler boynunu büktü. Birbirlerine bakamıyorlardı. Birbirlerine bakarlarsa gözyaşlarına hakim olamayacaklarını biliyorlardı. İçlerine attılar bütün ağılarını. Yürekleri yana yana, kanaya kanaya sustular.
Öğretmen susmasın. Öğretmen çocukların, dolayısıyla toplumun ruhudur, güneşidir, suyudur, havasıdır. Öğretmen susarsa çocuklar susuz, havasız, ruhsuz kalır. Toplum ışıksız kalır. Rehbersiz kalır. Karanlıklar içinde yolunu bulamayan körlere dönerler.
Öğretmenlere değer vermeyin. Öğretmenlere değerini verin.