Geç mi kalmışlardı bu yıl, yoksa kış her zamankinden biraz daha erken mi gelmişti? Diz boyu karı önceden de defalarca görmüşlerdi lâkin bu kadar soğuğa ilk defa şahit oluyorlardı. Anamas Dağı’nda yazı geçiren yörük obası, bu yıl kışı Konya tarafında geçirmeyi plânlamıştı. Gece erkenden yola düzüldüler. Develer arka arkaya dizilmiş; uysal, söz dinleyen çocuklar gibi sırayı bozmadan yol alıyorlardı. Develerin kara saplanan ayak seslerini, rüzgârın uğultusu bastırıyordu.
Kervanın sahibi doğuya, Konya tarafına ilk defa gidiyordu. Anamas Dağı’nın yamacını sabah namazlarına yakın indiler. Uzakta kör, cansız da olsa ışıklar görünüyordu. En çok ışığın göründüğü yeri kestirdi gözüne. “Büyük bir köy ya da kasaba olmalı.” diye geçirdi aklından. “En büyük, en canlı olan yeri tercih edelim. Hem birkaç gün mola veririz hem de erzak alırız.” dedi yanındakilere.
Devesini kervanın en başına geçirdi. “Herkes beni takip etsin!” diye verdi emrini. Işığa, hep ışığa; yani uzaktaki köye, umuda sürdü kervanını. Eğer bu hızda yürüyebilirlerse akşama kalmadan yetişebilirlerdi hedeflerine.
Bir süre sonra kervan düz bir arazide yol almaya başlamıştı. Etrafta ne bir tümsek, ne bir çukur, ne bir ağaç hatta ne bir çalı vardı? Düz ama dümdüz bir arazi. “Konya Ovası burası olmalı.” diye geçirdi aklından.
Yolculuk çetin, yolculuk meşakkatliydi. Üzerine hiç basılmamış kar, yoruyordu dayanıklı develerini. Bir de nefesleri kesen soğuk eklenince çekilmez oluyordu. Her adımda hedeflerine yaklaştıklarının bilinci, diri tutuyordu onları.
Güneş doğmasa da gün ağardı. Artık çevreyi görebiliyor, daha doğru gözlem yapabiliyorlardı. Düz arazide, arkalarında ince ayak izleri bırakarak hedeflerindeki yerleşim yerine, uygun adımlarla yaklaşmayı sürdürdüler. “Azmin karşısında ne durabilir ki?” İkindiye doğru ulaştılar hedeflerine.
Köylüler onları karşılamak için olacak, toplanmışlardı köyün kıyısına. “Oldukça büyük bir yer. Burası ilçe olmalı.” diye düşündü. “Çok misafirperver olmalılar. Bizi bekliyorlar, ağırlamak için.” dedi. Kervanını adamların olduğu yere doğru daha hızlı sürmeye başladı.
Kalabalık hafifçe yüksekçe bir yere toplanmış, kendilerine bakıyor, işaret ediyorlardı. “Çabuk gelmemizi istiyorlar herhalde.”
Nihayet ulaştılar kalabalığa. Onların gelmesiyle birlikte kalabalık iyice artmış, gürültü had safhaya ulaşmıştı. Kervanın son devesi de çıkıp, kalabalığın yanına gelince içlerinden yaşlı, aksakallı bir ihtiyar yaklaşıp, “Hoş geldiniz. Siz kimsiniz, nereden geliyorsunuz? diye sordu. Sorularında bir tedirginlik, bir telaş vardı.
“Biz yörüğüz. Anamas Dağı’nda yazı geçirdik. Şu ovayı geçip buraya geldik.” diye cevap verdi.
İhtiyar adam, kervan sahibinin cevaplarına şaşırmış bir hâlde, “Ova mı?” diye heyecanla sordu, geldikleri yeri gösterecek. “Ne ovası kardeşim? Siz donan Beyşehir Gölü’nün üzerinden geçmişsiniz!” diye hararetle söylendi.
Allah korumuştu. Hemen atladı devesinden. Bütün kervandakiler de onunla birlikte inmişlerdi aşağıya. Kurtuluşlarına şükredip hemen bir deveyi kurban ettiler.
Bu bir efsanedir. Ben efsaneyi biraz hikâyeleştirdim. Biz efsane yazmayı da, yaşamayı da çok severiz. Son günlerde Beyşehir Gölü’nün donmasıyla birlikte üzerine çıkıp gezmeler, hatta araç çıkarmalar çoğaldı. Lütfen biraz daha dikkatli olalım. Her efsane iyi bitmeyebilir. Üzülmeyelim, sevenlerimizi üzmeyelim.