Son seçimlerin sonuçları alındıktan sonra aktif siyasi çalışmalardan bir süre kendimi geri çektim. Çünkü benim için artık sözün bittiği yerdi. Ne söylersen söyle, ne yazarsan yaz anlattıkların karşısındakinin anladığı kadardı.
Aktif siyasi faaliyetlerden bir süre elimi çekmemin gerekçeleri ise daha farklıdır. Bürokratik hayatım sırasında bu faaliyetlere karşı bir sempatim vardı. Galiba gözümde fazla büyüttüğümden mi bilmem, emekli olunca bu alanda hizmet etmek, katkı yapmak ve kaliteyi yükseltmek için bilgi, birikimlerimlerimi katmak istedim.Her türlü parti etkinliğine katılmak istedim. Parti okulu eğiticileri eğitim seminerlerine katılıp sertifikamı aldım. Zaman zaman ilçelerde yapılan eğitici çalışmalara katıldım. Tüm bunlar güzel de eleştiri yapmam gerekenler de yok değil.
Bir parti mensubu olarak kişisel bir beklentim yoktur. Çünkü partimin iktidar olması halinde en adil bir şekilde toplumun tüm kesimleri bundan faydalanacaktır. Benim anlayışım bu, herkesin böyle olması gerektiğine inanıyorum.
Ancak nerdeee?
Bir partinin ilçe yöneticilerini düşünün; Bırak çevresini aydınlatmayı daha evine söz geçiremeyip ailesinden oy alamayanları, parti içi toplantılarda susup sokakta aleyhte konuşanları, aldığı parti içi görevlerini yerine getirmeyenleri, sandık çevresi ve görevlilerinin yaptıkları her türlü şike ve hatalı uygulamalarına göz yumdukları kişileri ödül verircesine listelerde yerleştirsin; kongreye, seçime katılmayan ve listede olmayanları da kural dışı olarak sonradan üstten paraşütle yönetim kurulu üyesi yapsın… Siz olsanız ne düşünür sunuz? Üstelik kongre salonunda bunları konuşup eleştirilerimi yapmamı engelledikleri, içlerinden birinin konuşmamı sabote ettirdikleri de cabası…
Demek ki benim siyasi anlayışım mevcut olana ya pek uymuyor, ya da daha işin puf noktalarını öğrenemedim. Bu yüzden kendimi biraz rölantiye aldım. Ara verdim. Aktif ve güncel siyasi faaliyetleri askıya aldım.
Ancak eğitimci olmam nedeniyle yazmadan, bildiklerimi öğretmeden ve paylaşmadan duramazdım. Sait Faik Abasıyanık üstadımızın deyişi ile, yazmasam delirirdim. Toplumu aydınlatma görevinden geri kalamazdım. Geçen günlerde sosyal medyada şöyle bir araştırma yazısı paylaştım:
“Japonya’da toplumun % 14’ü,
Fransa ve İngiltere’de % 21’i,
Amerika Birleşik Devletleri’nde % 12’si düzenli olarak kitap okurken Türkiye’de yalnız 10 bin kişiden biri düzenli kitap okuyor. Nüfusu 7 milyon olan Azerbaycan’da kitaplar ortalama 100 bin tirajla basılırken, 83milyonu aşkın ülkemizde bu rakam 2-3 bini ancak aşıyordu.”
Bir kaç değerli okurumdan başka bu yazıyı ne beğenen var nede yorum yazan. Bu kadar can alıcı bir araştırmanın verdiği iletinin farkında olmamak veya üstüne almamak akıl karı değil.
Halbuki geçenlerde top sakal bıraktığım profilimin sosyal medyadaki beğeni sayısı 100’ün üzerindeydi. Bir o kadarın yarısına yakını da yorum almıştım.
Açık olarak satılan küflü bir peyniri ben önce taş parçalarına benzettim. Bu taş parçalarını niçin satıyorlar diye bir anlam verememiş, sonradan peynir olduğunu anlamıştım. Taş parçalarına o kadar benziyordu ki ilgimi çekti ve resmini çekip sosyal medyada “ bilin bakalım bu nedir?” diye paylaşmıştım. İnanılır gibi değil. Yüzü aşkın beğeni, yorum ve soruya yanıt… al alabildiğin kadar.
Toplum böyle abuk sabuk paylaşımları görürken can alıcı noktaları neden kaçırır? Hem günümüzde bu tür örnekler çokça varken. Bu durumu nasıl açıklamak lazım? Yanı insanımızın neyi beğenip yorum yapacağını ya bilmiyor, ya da bilerek dalga geçiyor. Sosyolojik bir tez konusu…
Kim ne düşünürse düşünsün, neyi beğenip yorumlarsa yorumlasın ben kendime bakarım. Mesleki kariyerimin, sosyal statüm ve eğitimci olmamın verdiği bir görev ve sorumlulukla yazmaya devam edeceğim. Misyonumu devam ettireceğim. İnadına yazacağım. Velev ki bir tek okurum olsa dahi. Çünkü bir mum kendisi tutuşmazsa başkalarını tutuşturamaz, aydınlatamaz. Tutuşmazsan tutuşturamazsın.
Bu yazı çok önemli.. çok önemli ve gerekli analizleri içinde barındırıyor. Teşekkür ederim. Böyle reçete niteliğinde yazılarınızı sürekli görmek istiyoruz.