Gerçek demokrasilerde siyaset; topyekün korku iklimi yaratıp, ardından verilen
ödünlerle değil!.. ilkelerle- özveriyle sürdürülen bir büyük toplumsal eylemlilik olarak tariflenir.
Bizde ise beddualı mıdır nedir? hayli zaman var ki, kendini düzeysizliklerden,
kabalıktan, günlük çıkarlardan bir türlü soyutlayamıyor.
Oysa artık üçüncü dünya ülkeleri hariç, dünyanın hiçbir demokratik ülkede bizdeki
siyasi aktörlere benzer tür! Barınamıyor- barındırmıyorlar… Siyasetçi de asla ve kata inanmadığı,
doğru bulmadığı şeyleri söylemiyor, söylediğinde koltuğunda oturamıyor.
Bu otokontrol nedeniyledir ki; demokrasiyi içselleştirmiş toplumlarda siyasetçinin
bugün söyledikleriyle yarın söyleyecekleri arasında herhangi bir tutarsızlığa denk gelemiyorsunuz.
İktidara gelen görüşleriyle, ilkeleriyle, projeleriyle oylanıp geliyor…İlke ve projelerini uygulayamaz
duruma düşeceğini anladığında ise istifa etme erdemini yüksünmeden gösterebiliyor.
Yani; ne olursa olsun iktidarımı sürdüreyim diye kimse ilkelerinden ödün vermiyor,
“kılıktan kılığa girmiyor, halka yalan söylemiyor, tehdit etmeyi aklının köşesinden dahi geçirmiyor”
ve insanlar dürüstlüklerinden kuşku duymadıkları bu siyasilere güveniyorlar.
Ne tuhaf değil mi?
Dünün sözüm ona mağdurları, bugün karşıtlarını pervasızca ötekileştirip; kesintisiz oy
devşirme lüksünü pervasızca tüketmede bir beis görmeden “yardım edilmiş yoksullar “ talebini
çoğaltırken… demokrasi güçlerine düşen ödev “ ortadan kaldırılmış yoksulluk…” mücadelesini onca
bedelin ardından yeniden yükseltmek oluyor.
Egemenliğin kayıtsız-koşulsuz millette olduğu öngörüsüne ve Cumhuriyetin
Aydınlanma Tezine karşı, sinsice satır aralarında başlayıp, şimdilerde alenen eyleme geçen düşünce;
Artık “zamanı gelen fikir” Liberalizim miş!..
Vah vah…
Bu köhnemiş düzenin “putlarını yıkıyorlar-mış!”
Vah ki vah…
Acaba diyorum, tarih ve siyasal bilim gerçeklerini irdelemek bu fikir fukaralarına çok
mu zor gelmekte?.. Lafta başkalarına “empati” önerenler arada bir vicdanlarının aynasına bakıp
kendileriyle yüzleşebiliyorlar mı?
Yıl 1942’dir, aylardan Mayıs…
“Gece…
Dışarıda ilgisiz bir kurbağa peydahlandı. ‘Vırak, vırak, vırak’ diye bağırıyor.
Öyle bed bir sesi var ki cenabetin. Sanki gırtlaklanıyormuş gibi…
Buna Nazım Hikmet alınıyor;
'Kendini kuş zannediyor pezevenk’ diye söyleniyor…
‘Böyle kendi sesi hakkında iyi niyet sahibi hayvan olamaz!..’
Tam bu esnada Cenabı Allahın işi yok. Hayvan büsbütün yüksek perdeden
bağırmaya başladı.
Nazım Hikmet gülümseyerek ilave etti; ‘Bak duymuş gibi kerata!..’ (*)
Kurbağanın “bed sesi” yıllar öncesinden günümüze yankılanıyor! Duyuyor musunuz?
(*) Yazmak Dolu Dizgin-Orhan Kemal