“Yalan, zeka işidir. Dürüstlük ise cesaret”… der ve önerir Victor Hugo
“Eğer zekan yetmiyorsa, yalan söyleme ve cesaretini kullanıp dürüst olmayı dene.”
“Doğruyu söyleyeni dokuz köyden kovarlar” özdeyişi, bir boyutuyla “Doğru söylemek erdemle koşut yol alsa da, sonucunda hep cezaya yargılı” demek olsa da! Yine de biz başımız gözümüz üzre der… Onuncu köy arayışımızı yılmadan sürdürürüz.
Ancak, sanıldığı kadar da kolay değildir onuncu köye ulaşmak!.. dokuz köyden kovulma serüveni onca yürek çilesini bağrında taşır ve daha niceleri göze alınarak sürdürülebilir! Hele birde; sizi bu yönde özendirip yönlendirenler yalanın salıncağında! zevk-ü sefa içinde yaşam sürdürürken!
Doğru olabilmenin, üç temel koşulu vardır. Bunlar; Bilgi, Duygu ve Davranıştır. Örneklemek gerekirse, Devlet malı yemenin ve zarara uğratmanın kötü bir şey olduğunun bilinmesi, toplumun ya da çoğunluğun çıkarları açısından doğru bir şeydir… Devlet malının sakınılması, yanlış yapanların engellenmesi doğru bir davranıştır… Devlet malının yağmalanması ve devletin zarara uğratılmas durumunda suçluluk hissedilmesi ise doğru bir duygudur.
Fakat her zaman “Bilgi-Davranış ve Duygu” birbiriyle uyum içinde olmayabilir. Ama ne olursa olsun sonuçta, doğruluğun temel içeriğinde, bu değişmez üç olgu bir arada olmak zorundadır.
Özellikle toplum olarak Ulusal Birlik ve Dayanışma duygusunun öne çıkarılması gereken, korona sarmalı günlerde, yönetim bürokrasi sinin kapris yaparak, devlet katında ikilik yaratması… bunun için de dayanışmaya halel getirecek yalan şalının ardına saklanması kabul edilebilir değildir.
Görünen o ki; devletin hiçbir kurumunun vatandaşına bir ay bakacak parası yok. Önlemler alınmaya başlayalı daha bir ay dolmadan yerelden merkeze değin her kurum IBAN göndermeye başladı.
Tabii ki gün birlik günü!.. Tabii ki gün dayanışma günü!
Ancak bırakalım da bunun “gönüllü” tarafını aracısız, doğrudan sivil toplum kuruluşlarımız(seçilmişler değil) yapsın. Devlet ise bunu adil ve şeffaf bir biçimde denetlesin. Devlet kurumlarının asli görevi vatandaşından topladığı vergilerden kötü günler için pay ayırmaktır. Ve bu görevi de gönüllülük temeli değil zorunlu yapmakla ödevlidir.
Bu zor günlerde, adaletsiz vergi sisteminden en çok nasibini alan; çoğu işsiz veya işsiz kalma riskiyle evine ekmek getirmeye çalışan dar gelirlinin kaderini “gönüllü bağış” kampanyasına bağlamak, devletin “sosyal” olma ilkesiyle çelişmez mi?
Sonuçta tarihimizden miras imece öğretisiyle az da olsa Biz bize her koşulda yeter olsak da; önemli olan devletin maddi manevi tüm varlığıyla zor gününde vatandaşının omuz başında olması değil midir?
Elbette sivil toplum kuruluşları bağış kampanyalarına devam etmeli. Koronayla mücadelenin gönüllü tarafı tam da burada olmalı zaten.
Devlet ise “ihtiyat akçesi dahil” kendi mevcutlarını tek başına ortaya koymalı. Bunu ortaya koyacak bir bütçe oluşturamıyor ise de tasarrufu vatandaş üzerinden değil, bizzat kendi bünyesinde yapacağı düzenlemelerle gerçekleştirmelidir.
Nasıl mı?
Popülizme çanak tutan Maaş bağışları ile değil… (itibar kaybı) sayılan! Kamu harcamalarındaki tasarruflar yeter de artar bile.
Özetle; Türkiye bir bağış kampanyası değil, yalansız hilafsız;
Tarihinin en büyük Ekonomik Destek Planını bekliyor dostlarım.
Konu yalan sözcüğünden açılmışken, Nietzsche’nin bu konuya ilişkin özlü sözlerini anımsatarak noktalamak istiyorum;
“Lütfen insanoğlundan yalanı almayın. Aksi halde insan yaşayamaz…
İnsan yalanla yaşar. Hayallerini almayın. Efsaneleri yok etmeyin.
Gerçeği söylemeyin, Çünkü insan gerçeklerle yaşayamaz!
Ebedi gerçeklik olmadığı gibi, mutlak doğru da yoktur.”
Denilebilir ki duymak istemeyenden daha sağırı, görmek istemeyenden daha körü yoktur… Kişiyi ya da olayları görmenin ve duymanın ilk ve değişmez koşulu; duyarlılık ve öngörüdür.
Yalansız-Koronasız … duyarlılıklarınızla sarmal güzel günler dileklerimle…
Emeğinize saygılar Sinan Bey . Yazınıza, yaşadığım bir anı ile yorum yapmak isterim.1991 tarihinde M. E. Bakanı Sayın Avni Akyol, çalıştığım okula ziyarette bulunmuştu. Öğretmen ve öğrencilerle birlikte okul bahçesinde karşıladık. Sohbet sırsında bir soru sordu. En büyük dil nedir diye. Dil yalan konuştuğunda cilt kızarır. Ciltler çok kalınlaştığı için günümüzde kızarmıyor. Ama göz yalan konuşamaz dedim. En büyük dil göz dilidir diye yanıtladım. Gözler, nereye niçin, nasıl, ne amaçla baktığı ile ilişkili olarak zihinde anlamlaştırmaktır. Artık anladım ki; Göz bile kendini ele vermiyor. Çünkü Kendisini, doğru bildiğine ve yaptığına inandıranlar, itaat etmeyenleri ötekileştirip, kanmayanlara uyguladığı baskının, yalanın diğer adıdır faşizmdir.
Tüm olumsuz koşullara ve koşullandırmalara karşın...yine de UMUT insanda değerli Ahmet öğretmenim.Dostlukla
Yazılarınızı takip ediyorum. Doğru tespitleriniz topluma ışık tutuyor . Umarım Insanlar okur ve tarafsız olarak değerlendirir. Güzel gunlerin gelmesi umuduyla.
Işığıyla toplumunu aydınlatan bir sanatçının övgüsüne layık olmak onurdur. İyi ki varsınız.