Albert Camus; “ 17.yüzyıl Matematiğin çağıydı… 18.yüzyıl Doğa
Bilimlerinin…19.yüzyıl Biyolojinin çağı… Bizimkisi yani 20.yüzyıl ise KORKU çağıdır ve yok olana değin güncelliğini koruyacaktır!” öngörüsünde bulunup, büyük insanlığı korkuyu aşmaya çağırır… Oysa biz;
Milenyum çağı diye allanıp pullanan! Aslında; İki kutuplu dünyanın tek kutuplu dünyaya evrilişinin ardından (malum bizim coğrafyaya her şey biraz gecikmeli gelir) daha bir ete kemiğe bürünen ekonomik adaletsizlikler, siyasi krizler, sosyal yozlaşma ve ahlaki değerlerin yerle yeksan olmasıyla, kaçınılmaz olarak 21.yüzyılda Cinnet çağının zebanileriyle mücadeleye değil, birlikte yaşamaya zorunlu kılındık!
Bugün insanlar aşılmaz duvarların ardında yaşamaktadırlar. Gelecek umudundan yoksun, perişan, çaresiz-yoksul… Gözlerimize baka baka yalan söylediler, insanları aşağıladılar, öldürdüler, sürdüler, işkencelerin türlüsünü uyguladılar ve bir kez olsun bunu yapanlar, yaptıklarından dolayı gerçek manada sorgulanmadılar. Ve bugün biz bir yanda açlık ve yoksulluktan intihar raddesindeki milyonların, öte yanda fazla kilolarından kurtulmak için milyonlar harcayan, yediği önünde yemediği ardında!.. Bir birine tamamen zıt yaşam koşullarına sahip insanların var olduğu bir dünyada, payımıza düşenle avunma cabası içinde ömür törpülemekteyiz!
En yaşamsal insani değerlerin yok sanıp, ahlaksızlığın ahlak olarak dayatıldığı! işgalcinin demokrasi havarisi diye vaftiz edildiği bir çağ!... Ve bu çağın mazlum uluslara sunduğu; hak ihlalleri, ahlaki yozlaşma, işgal, yıkım, gözyaşı ve ölümden başkası olmuyor…
Bir toplumda insanlar, kurumlar, davranışlar toplumsal ideolojiye göre belirlenir, değer bulur ya da değer kaybeder. Burada topluma egemen olan ideolojiyi iyi anlamak gerekiyor. Bugün egemen olan toplumsal ideolojide “insanın yeri” nedir?
İnsanın salt insan oluşundan kaynaklanan değeri var mıdır? Yoksa insanın değeri,
toplumsal statüde yakaladığı trend ölçeğinde mi değerlendirilmektedir? Öncelikle bu soruya yanıt aradığımız zaman ikinci seçeneğin daha bir karşılık bulduğunu; İnsanın değerinin insan oluşundan değil, sosyal statü içindeki yerine göre, amiyane tabirle “ Kaç kuruşluk adamsın?” yaklaşımıyla ( makam-mevki, kazanç, yaşam standardı, sahip olduğu taşınır-taşınmaz varlıklar …) bağlamında belirlendiği gerçeğiyle yüz yüze geliriz!
Geniş halk kesimlerini değersizleştirip aşağılayan bu rövanşist ideolojinin temel açmazlarından birisi de algı operasyonu ile “güvensiz toplumun güvensiz insanı” oluşturulmasındaki
ısrardır!;
Dünyaya bağımsızlık mücadelesinin en somut örneğini sunmuş bu kadim millet tam bir altüst olmuşluğu yaşamaktadır.
Tedirginlik hat safhadadır; Hiçbir şey yerine oturmamış, insanlar nereye gideceğini, nerede duracağını bilemez haldedir. Kime, neye güvenmeli? Kime katılmalı? Hiçbirine katılmazsa, hiçbir şeye karışmazsa bunca tahribat nasıl düzelecek noktasında yapayalnızdır!
-Bir şeyler yapmalı ama Ne?.. Nasıl?.. Ne Zaman?.. Nerede?.. Kimlerle?
İşte bu soruların yanıtının NUTUK’da yazılı olduğunu, “Bağımsızlık benim Karakterimdir” diyen büyük önderin, halkıyla gerçekleştirdiği özgürlük mücadelesini hatırlatmaktan uzak sözde kurtarıcılar! Tarih önünde bu cinnet ortamının suç ortaklığını sürdürenler durumuna düşmezler mi?
Her duyuşumda derinden etkilendiğim “Tozu görüyorsan Işık sensin” seslenişi, sorarım size kaçımızı iyileştirmeye yeter?
Bunalıma girmiş bir yurttaş canhıraş haykırıyor “Ben bu toplumun insanıyım.”
Acaba öyle mi? Bu toplumun derken sormak gerekiyor, hangi toplumun? Ya da toplumun hangi kesiminin? Yedi yaşındaki ağzı süt kokan çocuklar da bu toplumun insanı, onu istismar eden şeref yoksunları da.
Farklı yönelimler içinde! Cumhuriyetle takıntılı, yönetim bürokrasisinin kanatları altına sığınıp milletin anasına sinkaf edip tüyü bitmemiş yetimin hakkını gasp eden ahlaksız da bu toplumun insanı!.. Cebindeki 1.45 kuruşla yaşama umudunu tüketip “yaşamaya değer bir hayatı olmadığı” sanısıyla ölümü seçen gencecik üniversite öğrencisi kızımız da… Geçim sıkıntısından yurdun dört bir yanında toplu ölümlere yatan yurttaşlar da. Sahi alacaklı kim… Tam doğru nerede?
Toplum bütün zamanların en büyük altüst oluşuyla karşı karşıyadır… Siyasi önderlik yapması gereken kadrolar siyasi analizlerinden kafa kaldırıp, yeni bir yol açmanın gerekliliğini ürkekçe ötelerken… Genel başkanların dizi dibinde kontenjan sırası bekleyen öpülmüşler! Hayasızca kendi aralarında didişmekten utanmıyorlar bile…
Bu Narsis kavrayış hangi saksıda yetiştiriliyor ülkemizde bilen var mı? Tüyü bitmemiş yetimin hakkını yeme ya da yiyeni bağışlama hükmünü kim kime veriyor?